DEPRESYONDA DÜŞÜK ÖZDEĞER HİSSEDİLMESİ

Özdeğer, özsaygı, kendine güven ve kendinden memnunluk ve kendisine verdiği değerdir. Kendinizi kabullenişinizi, kendinizi bir bütün olarak sarsılmaz bir kabullenişe dayandırın; kişisel özelliklerinizi veya yaptıklarınızı nasıl değerlendirdiğinize ya da başkaları tarafından sevilmeye veya beğenilmeye değil. A. Ellis ; “Gerçek öz saygının, başkalarının sizi beğenmelerinden değil, sizin kendinizi beğenmenizden doğacağını bileseniz…” söyleminde bulunmuştur.

Öz değerinizi kuvvetlendirmeye çalışmak aslında sağlıklı bir amaçtır. Bununla birlikte, kişisel özelliklerinizi ve yaptıklarınızı daha iyileştirerek veya kendinizi daha çok kişiye beğendirmeye çalışarak öz değerinizi kuvvetlendirme yolunu tutarsanız depresyonunuzu artırabilir; öz değerinizi de daha aşağı düzeye indirebilirsiniz. Ne yazık ki kimileri kişisel gelişimlerinde kendilerini kabullenişten daha çok kendini suçlamanın işe yarayacağına inanır (L. Clark).

“Özdeğer” ile “Kendini kabulleniş” benzer terimler ise de “Kendini kabulleniş”; insanın kendisini sarsılmaz bir inançla kabullenmesi ve kendisine “değersiz” veya “mükemmel” gibi toptancı ve genelleyici anlamlar taşıyan sözcükler kullanarak değer biçmeyi reddetmesidir. Yaptıklarınızı nitelendirmek, ancak kendinizi bir kişi olarak nitelemeden kaçınmak çok önemlidir. “Kendini kabulleniş”  halinden daha çok memnun olmayı sağlar. Amaçları gerçekleştirme de başarıyı artırır; bunaltıyı, öfkeyi ve depresyonu hafifletir.

KOMPULSİF DAVRANIŞLAR

Bazı durumlarda ailenin bir üyesi, bir aktiviteyi (kumar, alışveriş, internet kullanımı gibi) günlük yaşamın bir parçası haline getirecek kadar yoğun bir şekilde yerine getirir.

Diğer aile üyelerinin, bireyin aşırı davranışlarına tepkisi ilişkilerin gidişatında değişime yol açar ve aile içindeki gerilimi tırmandırır. Sözlü ve/veya fiziksel aşağılamalar ortaya çıkabilir. Aile üyelerinin göz yumması, bağımlı davranışın devam etmesine katkıda bulunur. Ailenin bu üyesi, zihnini aşırı davranışlarıyla meşgul etmesinden ötürü ailenin geri kalanından ve arkadaşlarından ayrışmış bir halde yaşamını sürdürür. Günlük yaşamın sorumluluklarını yerine getirmede güçlük çekebilir. Bu sorunun süreklilik kazanması ile aile utanç ve küçük düşme duygularını yaşar ve günü kurtarma adına üyesinin aşırı davranışlarına bahaneler üretir  (Dattilio F. M., Jongsma E. A.).

Bu sorunun ele alınmasında, aşırı davranışlarda gözle görülür bir azalma veya tamamen ortadan kaldırma hedeflenir. Etkin davranışları başka yöne yönlendirme, yeni sağlıklı aile etkileşimi şekilleri geliştirme önemlidir. Aile terapisi ve bilişsel davranışçı psikoterapi uygulanması, ek sorunların yaşanmasında gereğinde ilaç tedavisi önerilmektedir.

DESTEKLEYİCİ PSİKOTERAPİ

Destekleyici psikoterapinin amacı, hastanın uyum yeteneğini artırmak ve çevresindeki kişilerle yeniden sağlıklı bir ilişkiye girmesini sağlamaktır. İçgörüye yönelik terapinin amacı da bu yöndedir. Bu terapilerin ayrıldıkları yer metodolojileri, bu amaçlara ulaşma yollarıdır. Destekleyici psikoterapide en çok destekleyici etken; danışana duygularının ve açmazının (sözel ve sözsüz olarak) doğru bir şekilde anlaşıldığını göstermektir. Bir çok danışan davranışlarının güdülerine ve anlamına ilişkin bir içgörüye yararlı bir şekilde ulaşır. Bu içgörüyü kullanma yeteneği arttıkça, intrapsişik çatışmalar ve buna eşlik eden anksiyete azalır. Ego kendisini daha az tehlikede hissettiğinde desteklenmiş olur ve işlev görmesi artar.

Destekleyici tedavi sadece danışanı sıcak duygulara boğmak, aklınızda ne varsa söylemek; bir sözde arkadaş ya da anne baba olmaya çalışmak değildir. Terapistin düşünce akışı; “belli bir öyküsü, güncel ortamı ve dinamikleri olan bu kişinin tam şu anda benimle bu işe girmesinin anlamı nedir?” şeklinde gerçekleşir (E. R. Wallace).

Daha destekleyici bir yaklaşımdan yararlanması beklenen hastalar; 1. sözel zekaları ve psikolojik anlayışları yetersiz, 2. ego işlevleri ağır, 3. yoğun, güçlü dürtüleri olan, 4. süperego işlevleri büyük ölçüde zayıflamış, 5. özellikle sorunlu güncel ortamlarda yaşayan hastalardır.

SOMATİZASYON BOZUKLUĞU

Kadınlarda ve düşük sosyoekonomik düzeyde daha sık görülen bir somatoform bozukluk grubu olup toplumun %1’inden daha azında görülür. Somatik (bedensel) yakınmalar kişinin birtakım zorunluluklarından kaçmasını sağlayabilir.

Tanı koymada klinik öykü ve ruhsal muayenede; ağrı, bağırsak-mide işleyişi, cinsel ve nörolojik belirtilerin varlığının değerlendirilmesi önem taşır. Ağrı; karın, baş, sırt, kol ve bacaklarda ortaya çıkar. Bulantı, kusma, cinsel işlev bozukluğu, bitkinlik, paralizi gibi belirtiler olabilir. Başlangıç genellikle ergenlik dönemidir. Depresyon, anksiyete (bunaltı) bozuklukları sıklıkla eşlik edebilir (E. Köroğlu, Psikiyatri El Kitabı).

Somatik yakınmalar tıbbi yaklaşımla değil, genel psikiyatri yaklaşımları ile ele alınmalıdır. Psikoterapi ve/veya ilaç tedavisi (özellikle eşlik eden ruhsal bozuklukların varlığında) önerilmektedir.

AİLE İÇİ ÖFKE YÖNETİMİ

Öfkenin, insan yaşamı için gerekli ancak kontrol edilmesi gereken bir duygu olduğu kabul edilmelidir. Zaman zaman tehditler, objeleri kırma, diğerlerinin bireysel alanını ihlal etme ve bazı bireylerle konuşmayı reddetme yaşanabilir. İlişkilerde küçük düşürücü, tehdit edici ve saygısız olarak algılanan öfke ifadeleri bulunabilir.

Öfke duygularının şiddetle büyümesine izin vermek yerine onlar hakkında önceden konuşmanın önemi hatırlanmalıdır. Bazı konulardaki bağımsızlık arzularını ifade etmek için öfkeli saldırganlığın yerine girişkenliği uygulamanın altı çizilmelidir. Bireylere, kontrolsüz öfke ifadelerinin hem kendisi hem de diğer aile üyelerine ne kadar zarar verici olduğunu, negatif sonuçlarını tanımlamada yardım etme ön planda tutulmalıdır (F.M. Dattilio, A.Jongsma)

Öfke kontrolü için belirli teknikleri tanımlamak (düşünceyi durdurma vs.) yararlı olmaktadır. Gereğinde danışmanlık alınması, öfkenin tedavisi için ilaç tedavisi ve/veya psikoterapi önerilmektedir.

ERGEN EBEVEYN ÇATIŞMALARI

Ebeveynler ile ailenin genel işleyişine müdahale etmeye başlayan ergen çocuk arasında çatışmalar yaşanmaktadır. Ebeveynler, ergen çocuğun rahatsız edici ve uygunsuz davranışları konusunda birbiri ile tartışmaktadır.

Aile fertleri, aile içi gerilimi artıran ergen çocuk merkezli çatışmalar konusunda alınganlık yaşamaktadır. Ebeveynler güç kaybettiklerini hissederken ergen çocuk ebeveynlerindeki bu zafiyetten kaynaklanan bir güç hissetmektedir ve ebeveynlerin müdahalesine izin vermeden kendi kurallarını koymaktadır. Ergen çocuk, madde kullanımı, cinsellik, okul performansında düşüş ve suç işleme eğilimli davranışlar sergileyebilmektedir (F. M. Dattilio, A.Jongsma).

Ebeveynlerin, alternatif ebeveynlik yöntemlerini denemesi, ev kuralları koyarak istikrarlı bir biçimde uygulaması önemlidir. Aile fertlerinin sık olarak toplantı yapmaları, diğer bireylerin düşüncelerine saygı duyması ve onlara karşı empati yapması önerilmektedir. Ebeveynlerin birbirlerine daha sık destek olmaları sağlanmalıdır. Gereğinde danışmanlık alınması önerilmektedir.

TOPLUMSAL TRAVMATİK OLAYLAR ARDINDAN GELİŞEN RUHSAL DURUMLAR

TRAVMATİK OLAYLAR ARDINDAN GELİŞEN RUHSAL DURUMLAR

Afet, en geniş anlamıyla normal yaşamı ve insan faaliyetlerini durdurarak ya da kesintiye uğratarak, toplulukları olumsuz etkileyen; insanlar için fiziksel, ekonomik ve sosyal kayıplara neden olan doğal, teknolojik veya insan kökenli olaylar şeklinde tanımlanmaktadır. Felaket ise “büyük zarar, üzüntü ve sıkıntılara yol açan olay veya durum, yıkım, bela” olarak tanımlanmıştır. Sosyal medya gibi kitle iletişim araçlarının günümüzdeki yaygınlığı, hem doğal afetlerden hem de insan eliyle gerçekleşmiş olan felaketlerden daha sık haberdar olmamıza neden olmaktadır.

Psikiyatrik tanılandırmada travma; ölüm tehdidi veya gerçek bir ölüm, kendisinin veya başkalarının fizik bütünlüğüne bir tehdit olayı olarak tanımlanmıştır. Başkalarının başına gelen olayı “doğrudan görme” kadar “tanıklık etme” ve “örseleyici olayları öğrenme de” önemlidir. Bu olaylar genellikle ani ve beklenmedik olup yoğun kaygı, korku, kaçınma oluşturmaktadır (A. E. Altınöz, C. Kaptanoğlu; Türkiye Psik. Der., Psikiyatride Güncel Dergisi). Travma sonrası gelişen olağan süreç; yanıt evresi, uyum evresi ve iyileşme olarak tanımlanmıştır. Uyum süresi aylar sürebilmektedir.

Kitlesel travmaya maruz kalan bireylerin büyük çoğunluğu, başa çıkabilmekte, önemli kısmı bazı psikolojik zorluklar yaşamakta ve yalnızca küçük bir kısmı psikiyatrik bir bozukluk geliştirmektedir.

Travmatik olayın doğası, etki büyüklüğü, süresi, birey için anlamı, bireyin önceki deneyimleri, kişiliği, sosyal desteği gibi değişkenler verilen ruhsal tepkiyi doğrudan etkilemektedir.

En sık gelişen psikopatoloji Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB)’dur. Afete maruz kalmış insanlar; depresyon, uzamış yas, yaygın anksiyete bozukluğu, panik bozukluğu, madde kullanımı için de artmış risk altındadır. Travmatik  deneyim sonrasındaki sosyal destek azlığı ve travma mağduruna olumsuz sosyal tepki;  travmanın kişi üzerindeki ruhsal etkilerini artırır.

Bazı olgularda travma sonrası “yaşamlarını yeniden inşa ederek umulmadık biçimde yeni bir farkındalık ve anlam düzeyine ulaşma” söz konusu olabilir. Bu değişiklik “travma sonrası büyüme “olarak tanımlanmıştır.

KRONİK YORGUNLUK SENDROMU

Yeni başlamış olan ya da başlangıç zamanı belirli olan ve nedeni açıklanamayan, sürekli ya da depreşen, dinlenme ile geçmeyen, işlevselliği de bozan, süreğen (kronik) bir yorgunluk durumu olarak tanımlanır (E. Köroğlu, HOPE, 2015).

Bu sendromu yaşayan kişilerde; bellek de azalma, odaklanma güçlüğü, eklem ve kas ağrıları, yineleyen boğaz ağrısı, yeni bir tarzda baş ağrısı çekme, dinlendirici olmayan bir uyku uyuma, enerjinin çabuk tükenmesi gibi belirtiler gözlenebilir.

Belirli birtakım durumlar bu tanıyı dışlar; tedavi edilmemiş uyku apnesi, hipotiroidizm, kanser, önemli bir ruhsal hastalık, madde kullanım bozukluğu ve ileri derecede şişmanlık.

Hastanın klinik öykü ve muayene bulgularına göre bazı tetkikler önerilmektedir; tam kan ve biyokimya tetkikleri, estradiol veya testosteron düzeyi, ekokardiyografi, polisomnografi, arteriyel kan gazları vs.

Bugün için kronik yorgunluk sendromuna artık tek bir enfeksiyon etkeninin neden olmadığı bilinmektedir. Ancak Epstein-Barr virüsü, Ross River virüsü, Coxiella Burnetti gibi kimi etkenlerin, kimi olgularda, hastalığın oluşumuna katkısı olabilir.

SAVSAKLAMA

Hepimiz günlük yaşamımızda bir şeyleri ertelemek zorunda kalırız. Erteleme, önceliklerimizi belirlemenin bir parçasıdır. Bazı ertelemeler gerekli olmanın ötesinde akıllıcadır. Örneğin daha fazla bilgi toplamak amacıyla bir projeyi ertelemeye karar verebiliriz. Şu an için en önemli şeyin ne olduğuna odaklanabiliriz.

Her savsaklama (procrastination) ertelemedir, fakat her erteleme savsaklama değildir. Savsaklama, hemen şimdi harekete geçebileceğimizi bilmemize rağmen, yapılması gereken bir işle veya faaliyetle istemli ve daha çok kasıtlı olarak ilgilenmemektir.

Savsaklama davranışı, yapılacak bir işin veya faaliyetin bile isteye ertelenmesidir. Kişi, bu ertelemenin kendisinin iş verimliliğini ve hatta söz konusu faaliyete veya bizzat kendisine dair duygularını olumsuz yönde etkileyeceğinin farkındadır. Savsaklamak, bilerek, isteyerek, boş yere ertelemektir (T.A. Pychyl).

Kişiler yapmaya niyetlendikleri fakat yapmak istemedikleri bir iş karşısında bazı olumsuz duygular yaşarlar. Kendilerini bezgin, güçsüz, kızgın, küskün, depresif, endişeli bazen de suçlu hissedebilirler. Burada bir şekilde “görevin iticiliği” söz konusudur. Ancak bu görevi yerine getirmek istemeseler de yapmak zorunda olabilirler. Bu durumda kendilerini iyi hissetmek için birtakım dürtülerine yönelik olarak, kısa vadede zevk ve heyecan veren davranışlara yönelirler. Kronik savsaklama da bu kilit noktadır.

Duygusal zeka, kişinin davranışlarına yön vermek üzere duygularını etkili bir şekilde tanımlama ve kullanma yeteneğidir. Duygusal zekayı geliştirmek mümkündür. Araştırmalar, kullanılmayan duygusal zeka ile savsaklama davranışının sıklığı arasında anlamlı bir ilişki olduğunu göstermektedir.

Kişiler gelecekte nasıl bir durumda olacağını, neler olabileceğini, o zaman kendisini nasıl hissedeceğinin üzerinde yeterince düşünmeden şu an kendisini nasıl hissettiğine ve mevcut durumuna odaklanmaktadır.

Yapılması gereken; bu duygusal durumun geçici olduğunu anımsamak ve sorumluluğunuz altındaki işe koyulmak için illa ki o işe motive olmak zorunda olmadığınız düşüncesini kabul etmektir. Değişim stratejisi uygulanması ve bu konuda destek alınması uygun olacaktır.

KİŞİLERARASI İLİŞKİ BAĞIMLILIĞI

Yakın ilişkiler insan insana olan ilişkilerin temelini oluşturmaktadır. Başkaları ile samimi ilişkiler kurmak, bu ilişkileri sürdürme arzusu insani bir davranış örüntüsüdür.

Kişilerarası ilişkilerde bağımlılık; birisinin kendisi dışındaki insanlara ve şeylere güvenecek kadar kendi kimliğini küçümsemesi, kendini ihmali ve takıntılı alışkanlıklar, bağımlılıklar, benliğine yabancılaşmaya yol açan hastalıklar ve utanç duygusu ile yansıtılan sahte benlik yapısının ortaya çıkmasıdır. İnsan ilişkilerinde başarı ve başarısızlık, yaşam memnuniyetini ve fiziksel sağlığını etkileyen bir durumdur (Z. Yüncü, D. H. Atlam; Türkiye Psik. Der., Psikiyatride Güncel Dergisi).

Aşk bağımlılığı, madde bağımlılığına benzeyen psikobiyolojik bir süreçtir. Sevgi nesneside, beyinde ödül sistemini aktive ederek maddenin yarattığı etkiye denk haz ve doyum etkisi yaratabilir.

Kişilerarası ilişkiler; bireyin ait olma ve sevgi gereksinimiyle, birlikte yaşayarak korku ve yalnızlığı azaltma, kimlik kazanma ve sosyal ihtiyaçları karşılanması amacıyla en az iki kişi arasında farklı yoğunlukta yaşanan karşılıklı duygusal, düşünsel etkileşim ve davranımlar olarak tanımlanabilir. Bağımlılık ilgi, onaylanma ve yardım arayışını içerir.

Bazen birey kendisi dışında herkesin güvenilir olduğuna inanır. İlişkilerde bağımlılık sorununu ağır yaşayanlar, kişilerarası iletişimde olumsuz ipuçlarına daha duyarlıdır. Şiddetli ve esnek olmayan bağımlılık, bireyin sosyal, mesleki ve romantik ilişkilerini olumsuz yönde etkilemektedir.

Bir ilişkide sadece eşlerden biri bağımlı olduğunda tek taraflı, bireylerin her ikisi de bağımlı olduğunda ise “karşılıklı bağımlılık” söz konusudur. Karşılıklı bağımlı eşler, ilişkiyi koruma yönünden eşit derecede güdülendiklerinden olumsuz duyguların yaşanması daha azdır.

İlişki/Aşk bağımlılığı; sağlıksız ilişkilerin peşinden sürüklenip gitmek, acı veren ilişkileri sonlandıramamak, partner yokluğunda acı çekip takıntılı bir şekilde ona ihtiyaç duymak, ilişkiyi hayatının merkezi haline getirmek gibi özellikleri yansıtır.

Kişinin diğer kişiye yüklediği anlam ve hayatını nasıl etkilediği önemlidir. Bağımlı bir ilişki, beklenmedik bir şekilde kötü bittiğinde madde yoksunluğu gibi etki yaratır.

Bu ilişkisel özellikler, birçok psikiyatrik eş tanıya neden olarak kişinin günlük işlevselliğini bozmaktadır. Psikiyatrik destek ve tedavilerde bu konunun önemi giderek artmaktadır.